Açlık ve karanlık üzerine bir itiraf...
Sonbaharın serinleyen esintilerini göğsümde hissettiğim zamanlardan biriydi. Liseden henüz birkaç ay önce mezun olmuştum ve kendimi saçma bir buhranda hissediyordum. Küçücük bir şehrin saatlerce yürüsem bile nasıl büyüdüğünü ve aynı zamanda içine nasıl sığmayıp taştığımı fark ediyordum. Ara ara nükseden yalnızlığa itilme durumu bu anlamsız günlerde yüzüme izini kaybetmeyen sert tokatlar atıyordu. Kimsenin dinlemediği müzikler ve izlemediği filmlerin yanı sıra eski kitaplar ile dolu bir labirentten başka bir şeyim yoktu böyle günlerde. Minos'un Labirenti misali, kendimden kaçtığım ancak çıkmak için de uğraşmadığım bir tekrar hali. Bu karanlıkta denk geldiğim kitaplardan biriydi Knut Hamsun'un Açlık romanı.
Açlık, her sayfasında içinde hissettiğim eksilme duygusuna bir yenisini daha ekliyordu. Maddi yoksunluğun kırbaçladığı ve giderek artan deliliği hissettiğim ruhani bir yoksunluğun ayak sesleri aslında bu eksiklik. Kitabın kahramanı kendini Andreas Tangen olarak tanıtsa da, kimliklerin eksilmenin başladığı noktadan sonra önemsiz olduğunun tezahürüdür aslında. Yoksunluğun getirdiği hayatta kalma çabası belki de. Kendi kendime girdiğim her sorguda yoksunluğumu suçlu buluyordum var olmayanlardan dolayı. Andreas'ın yaptığı gibi yıkamadığım bir gururun arkasına sığındığımı fark ettim sayfalar ilerledikçe. Giderek yükselttiğim bu gurur içine doğduğum karanlığı anlatıyordu inatla. Hamsun, kitabın bir noktasında karanlığı şu şekilde tasvir ediyordu;
''...
Gaz birdenbire söndü; yavaş yavaş ve çekilerek değil de, garip bir şekilde ansızın söndü. Zifiri karanlıkta kaldım; elimi göremiyor; çevremdeki beyaz duvarları, hiçbir şeyi göremiyordum. Yatmaktan başka ne yapılabilirdi? Soyundum.
Fakat uyuyamadım. Bir zaman yattığım yerden karanlığı; kavrayamadığım, uçsuz bucaksız ve kalın karanlık kitlesini seyrettim. Aklıma sığdıramıyordum karanlığı. Bütün ölçülerin üstünde bir karanlıktı bu; yakınlığı altında eziliyordum. Gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım, fakat boşuna! Karanlık zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. Ya içinde erir, karanlığa karışır, gidersem? Yatakta doğruldum, kollarımı sağa sola savurdum.
... ''
Andreas'ın korktuğu karanlık içinde bulunduğu belirsizliğin getirdiği bir korkudan ötesi miydi? Açlığın, gururun ve acının getirdiği belirsizliği karanlığı, korkusu ve soğukluğu. Andreas korkuyordu önündeki karanlıktan, ben ise içine doğmuştum. Coğrafyaların önemsiz olduğu benzer korkular benzer hisler...
Bu yazdıklarım kendime itiraf etmeye çekindiğim sayısız şeyden biri aslında. Dengesiz bir itiraf yazısından fazlasını anlatmak istiyorum, göğsümdeki acıları bir kenara bırakabilsem. Dinleyecek bir rüzgâr bulabilir miyim?
Bulut Seyyahı - 17 Ekim 2020
Yorumlar
Yorum Gönder